17. BÖLÜM
“Kalbime, elinde bir makasla girip sana büyüttüğüm ne varsa söküp attın.”
17
ÇARESİZLİK
Oğuz’un ağlamasını görmek birçok şey kadar kötüydü.
Açlık kadar.
Susuzluk kadar.
Ölmek kadar.
Bazen tüm bunların neden başımıza geldiğini sorguluyordum. Neden ben veya biz diye soruyordum. Bu bir isyan değildi, sadece sebebini düşünüyor, merak ediyordum. Kadermiş deyip geçebilir miydim? Kaderimde böyle ölmek varmış diye düşünerek rahatlayabilir miydim? Hayır, rahatlayamazdım. Bir kader olduğu doğruydu ama o kaderi nasıl yaşayacağımız bizim elimizdeydi. O sabah metroya binmek benim seçimimdi, bu yüzden şimdi buradaydım. O sabah evden daha geç ya da erken çıksaydım, bir başka metroya binmiş, o gün dershaneye gitmiş olabilirdim. O gün annem elime çöp torbası tutuşturduğu için geç kalmış, bu metroya binmiştim. Ya da o zaman, evimden daha erken çıksaydım yolda giden bir arabaya çarpıp ölebilirdim de. Hayat neyi seçmediklerimizden değil seçtiklerimizden ibaretti.
Her şey kelebek etkisiydi.
Bir an, bütün ömrünüzü değiştirebilirdi.
“İçimde bir huzursuzluk var,” dedi Melodi elini yorgunca uzatıp yüzündeki kiri sildi. Ona, elinin yüzünden daha kirli olduğunu söylemedim. “Ve sebebini biliyorum.”
Huzursuzluğunu anlıyordum. Selim’e karşı bir şeyler hissedip onu kaybetmek kendisini incitmiş olmalıydı. Karşımda, benim gibi bağdaş kurarak oturmuştu ve kucağına bakıyordu. Sesimi bulmaya çalıştım. “Selim için üzüldüğünü biliyorum.”
Omuzları çöktü. “Onun için hepimiz çok üzüldük. Özellikle de Oğuz.”
“Evet.” Başımı hafifçe kaldırdım ve metro camından dışarısını görmeye çalıştım. Oğuz oradaydı, yalnız kalmayı seçmişti. “Üst üste Fatih’i, Cesur’u, Selim’i kaybetti ve bunlar onu cidden yıktı.”
“Ben nasıl öleceğim acaba?” dedi kendi kendine ve bir damla gözyaşı kirli yanağından aşağıya aktı. Selim için mi kendisi için mi ağladığını anlamamıştım. Bence her ikisi için de ağlıyordu. “Bazen böyle ölmeyi beklemektense kendimi öldürmek daha cazip geliyor. Ölümü beklemek beni bitiriyor.”
Çok kötü düşünüyordu. Evet, ben de çok umutsuzdum ama kendimi öldürecek kadar değil. Kafamı iki yana salladım. “Böyle şeyler düşünme. Hâlâ şansımız var biliyorsun ki. Duymuyor musun bazen sesler duyuyorum, duvarları yıkıyor, bizim için geliyorlar.”
Gözyaşları çoğaldı. “Yetişemeyecekler.”
“Melodi...”
“Sona geldiğimi hissediyorum. Son. Sadece üç kelime ama yüz binlerce kelimeden daha çok şey ifade ediyor değil mi?”
“Üzgünüm, öyle.”
“Anneme, babama, ablama, doğup doğmadığını bilmediğim yeğenime veda etmek isterdim.”
Kahırla güldüm. “Bence birine baktığın son an, vedadır. En azından artık bunu anladım. Ben o gün o kapıdan çıkarken anneme son kez baktım ve bunun veda olduğunu şimdi anlıyorum.”
Söyleyecek hiçbir şeyi olmadığından veya söyleyeceklerini söyleyecek gücü kalmadığı için sessizliğe büründü ve onu daha fazla konuşması için zorlamadım. Sonuna gelen bir tek o değildi, bizdik. Yerden destek alarak kalkmaya çalıştım ve ilk denememde başarısız olsam da ikincisinde kalkarak bacaklarım üstünde yükseldim. Keskin uzun zamandır oturduğu yerde, muhtemelen şarjı bitmek üzere olan telefonuyla ilgileniyordu. Gidip Oğuz’u görmeliydim, bir süredir yalnızdı. Kapıya yürürken Keskin beni fark etti ve kafasını kaldırıp bana baktı. Bir süredir titrediğini, buna rağmen kendini kontrol etmeye çalışarak sürekli etrafta gezdiğini görmüştüm. Dudaklarında bir sırıtma vardı ama gözlerinde tuhaf, anlayamadığım bir ifade duruyordu. Gözlerimi devirerek camdan dışarıya çevirdim ve önünden geçtiğim sırada aniden bana taktığı çelmeyle beraber tiz bir çığlık kopararak dizlerimin üstünde yere düştüm. Haykırdım. “Canımı yaktın şerefsiz!”
“İyi düşüştü.”
Onun güldüğünü duydum ve inlememek için dişlerimi sıkarken, ellerimin üzerinde doğrulmaya çalıştım. Canımı yakarak eğleniyor olması çok sinir bozucuydu. Ona hakaret etmek için ağzımı araladığımda, “Bestegül,” diye bağırdı Oğuz, dışardan. Adım seslerini duydum, muhtemelen çığlığımı duymuş buraya geliyordu. Bir an sonra kapı ağzında onu gördüm. “Ne oldu sana böyle.”
İçeriye koşturdu ve dizlerinin üzerine çökerek beni dirseklerimden yakaladı. “Canın acıdı mı? Tabii acıdı. Hadi, bana tutun da kalk.”
Ona bu olanı çaktırmamaya çalışarak elimi omzuna yasladım ve sayesinde doğruldum. “İyiyim Oğuz, sadece dizlerimin üstüne düştüm.”
“Bir kızın en çok dizleri acır zaten Bestegül.”
Doğru.
Beni kaldırdı ve elleriyle, gözleriyle hasar tespiti yaparken Keskin keyifle gerindi. Hâlâ titriyor, ara ara irkiliyordu. Oğuz kaşlarını çatarak omzumun üzerinden bay sırıtığa baktı. “O yaptı değil mi?”
Keskinle kavga etmesini, kendini biraz daha hırpalamasını istemiyordum. Kızararak yalan söyledim. “Benim dikkatsizliğim, yorgunluktan da yürüyemiyorum zate...”
Gözlerinde öfke bulutu oluştu. “Seni Pinokyo.”
Utandım ve o yanımdan geçip Keskin’e doğru eğildiğinde ürkmeden edemedim. Daha önce yaptığı gibi onu yakalarından kavradı ve kaldırarak metronun zeminine fırlattı. Keskin itiraz etmedi, yara bere içinde olduğu için hali yoktu buna. Oğuz onun hizasına eğildi ve başını ellerinin arasına alarak sertçe yere vurdu. “Ailesi o kızı şerefsizin biri incitsin, çelme takıp yere düşürsün diye büyütmüyor tamam mı dostum? Senin onu düşürecek ayağın varsa benim de senin suratını morartacak yumruklarım var, bilmem anlatabildin mi?”
Keskin alnından akan teri silerek keyifsizce güldü. “Cool çocuk.”
Oğuz onu dövse bile fayda etmeyeceğini anladığında bedenini bir çuval gibi silkeleyerek yere bıraktı ve doğrularak tekrar yanıma geldi. “Acıyan bir yerin var mı?”
Kalbim.
Senin yüzünden vicdansız.
Omzumu silktim ve uzanıp ellerimi tutmasına şahitlik ettim. Açıp ellerimin içlerine baktı ama yaralanmış olsa bile kirden görünmeyeceğini biliyordu. Dertli bir iç çekti. “Gel de sana pansuman yapayım.”
Nerelerime?
Üstümü çıkartmama gerek var mı doktor bey?
Gülmemek için sertçe yanaklarımın içini ısırdım ve onunla beraber metrodan dışarıya çıktım. Geçip duvarın dibine oturduk ve Oğuz geldiğimizden beri burada olan çantasını açtı, içinden ıslak mendil çıkardı. Avuçlarımın içini kokulu ıslak mendille silerken, “Zahmet etme,” dedim bu ilgisinden utanarak. O gözler, o bakış... Kalbini alırım diye bas bas bağırıyordu. “Kendi ellerini silebilirsin.”
“Öncelik sen.”
Çok duygulandım. Her şey üst üste binmiş ve ben taşmışım gibi hissettim. Boğazımıza kadar batmıştık ve hâlâ nefes almaya çalışıyorduk. Omurgamıza yaralar alıyor, bu yüzden dik yürüyemiyorduk. Korku, acı, özlem, tedirginlik, bekleyiş, mutsuzluk... Ağladığımı gördüğünde isyan etti. “Bestegül...”
“Kurduğumuz hayallerin hiçbirini gerçekleştiremeyeceğiz, çok acı.”
Ellerimi sildikten sonra mendili fırlatıp attı ve ellerimi yukarıya kaldırarak içlerini öptü. “Hımm, yumuşak.”
Boynuma kadar kızardım. “Ellerim... Kirli.”
“Benimkiler de.”
İki avucumun içine de birer öpücük bıraktıktan sonra yüzümü kavradı ve sordu. “Şimdi yüzünü bu kirli ellerimle kavradım, seni rahatsız etti mi?”
Boğazıma kadar battım.
“Hayır, etmiyor.”
“Ya bak,” dedi ve uzanıp yanağımı öptü. “Peki bu rahatsız etti mi?”
“Ha... Hayır.”
Nefesi ılık bir rüzgâr misali rahatsız etmeyecek şekilde, okşayarak yüzüme yayıldı ve aşağıya doğru aktı. Hiç kimsenin bakış açısında olmadığımızı bilerek rahatladım ve kollarımı kaldırarak boynuna doladım. Boynumu öptü. “Bu rahatsız etti mi?”
“Şey, içim gıdıklanıyor, bu rahatsızlık sayılır mı?”
Güldü ama şey, alay eder gibi değil de içten bir şekilde, şefkatle. Dudakları kuru ama etkileyiciydi. “Bence sayılmaz, çünkü rahatsız olsan beni iterdin.”
Doğru, Akil’i itmişliğim vardı. Genzimi temizledim, dudaklarımı ıslattım ama boğazımda artan kuruluğa iyi gelmedi. “Susadım.”
“Biz günlerdir susuzuz Bestegül.”
“Ama şimdi...” ensesindeki saçları kavradım ve dudaklarının yolunu bularak bluzumun açıklığından köprücük kemiğime kaymasına izin verdim. “Daha çok susadım.”
“Ben de.”
Omzumun köşesini öptü ve bir eli sırtımdan aşağıya akarak badimin uçlarını buldu. Gözlerimi kapattım ve sadece hissetmeye çalıştım. Ben erkek vücudu, bir erkeğe dokunmak hakkında hiçbir şey bilmezdim. Aynı şekilde bir erkek tarafından dokunulmak hakkında bir şeyler de bilmezdim. Tamam, yakışıklı erkekleri kesmişliğim vardı ama hepsi ürkütücü gelirdi, dokunmak da öyle. Fakat şimdi onun elleri vücudumda gezinirken hoş şeyler hissediyordum. Parmakları bluzumun açığından açığa girerek çıplak sırtıma dokunduğunda ve dudaklarını omuz başımda gezdirmeye devam ettiğinde, tırnaklarımı ensesine yaslayarak boğulur gibi bir nefes aldım. “Ne zaman çok ümitsizliğe düşsem tavandaki alçak buluta bakıyorum biliyor musun?”
Eli badimin içinde, çıplak sırtımda kaldı ama yüzünü boynumdan uzaklaştırdı. Yüz yüze kaldığımızda utanarak bakışlarımı çekecek oldum ama gözlerinin büyüsüne kapıldığımda, kaçamadım. Genzini temizleyerek gülümsedi. “Bulutun arkasında güneş görüyor musun peki?”
“Bazen,” dedim dürüst davranarak. “Bazen de arkasındaki karı, kışı, kıyameti görüyorum.”
Yanağımı nazikçe okşadı. “Yani bazen güneşli görüyorsun o bulutu bazen de siyah, kararmış mı?”
“Aynen öyle,” dedim ve utanarak sakallarına dokundum. Elimi gıdıklamış, tuhaf bir his bırakmıştı. Bazen babamın da sakallarına dokunurdum ama bu daha başka hissettirmişti. Kıkırdadım. “Sakalların o kadar sert değil.”
Bir an gözüme utanmış göründü, yanağını kaşıdı. “Baya uzadılar burada, normalde bu kadar uzatmam.”
“Seni daha olgun gösterdi.”
“Evet,” dedi ve elini yanağından çekti. “Hep öyle olur.”
Parmaklarımı sivri çenesinde gezdirdim. “Köşeli hatların var, güzel bir çene.”
“Teşekkür ederim Pinokyo.”
“Hey, bana böyle deme.” Demekte haklıydı, sonuçta birkaç kez yalanımı yakalamıştı ama dememeliydi. “Yoksa seni ısırırım.”
Güldü ve bileğini gösterdi. “Hadi bir saat yap da göreyim.”
“Kıs kıs kıs.” Uzanarak bileğinin içini ısırdım ve Oğuz gıdıklanarak, canı acıyarak bir inleme döktüğünde, elimi ağzıma bastırarak güldüm. Onunla bu kadar samimi olmak çok hoşuma gitmişti. Oğuz açıp bileğine baktı. “Saati görebiliyorum.”
“Kardeşimi hep ısırırım.”
Hâlâ bileğine bakmaya devam ederken sordu. “Kaç yaşında kardeşin.”
“Dokuz ama bence beş, çünkü aynı öyle davranıyor.”
Kafasını duvara yasladı ve kolunu kucağına indirerek mırıldandı. “Anlaşamıyor muyuz?”
“O benimle anlaşamıyor bence.”
“Zalim bir ablasın.”
Homurdandım. “Senin de şampuan kutunun içine çişini yapan bir kardeşin olsaydı benim gibi düşündürsün.”
Bir an duraksadı ve gülmemek için dudaklarını sıktı. “Bu gerçekten oldu mu?”
O anı hatırlayarak gözlerimi devirdim. “Evet.”
Gülmemek için kendini sıktığını gördüm ama ona kızmadım. Bu komikti, üstelik bu anda bile. O şampuan vakası hâlâ annem ve babamı da güldürüyordu. Ağzımı açıp konuşacak oldum ama metronun içerisinden, “Buraya baksanıza,” diye seslendi Melodi. Hayır bağırmamıştı ama sesinde bir tedirginlik vardı. “Bu... Buna bir şey oldu.”
İkimiz de birbirimize baktıktan sonra kalktık ve ellerimizi tutup birbirimizden destek alarak metronun içerisine girdik. Gördüğüm ilk şey ayakta duran Melodi olmuştu. Keskin ise yerde, bacaklarını kendine doğru çekmiş, titreyerek inliyordu. Ne olduğunu anlamayarak yanlarına doğru ilerlediğimizde, “Bir süredir koltuğun üzerinde titreyerek oturuyordu,” dedi Melodi, ürkmüş ve anlamamış görünüyordu. “Sonra yere düştü, bir şeyler sayıklıyor.”
Oğuz hafifçe eğildi ve onu omzundan tutarak sarstı. Keskin’in yüzü biraz açığa çıkmıştı. Yüzündeki her kas sanki titriyor ve ifadeleri kayboluyordu. Çenesi yüzünün altında seğiriyor, gözleri arkaya kayıyor, şakaklarından aşağıya ter damlaları akıyordu. Yumrukları iki yanında sıkılı, dudakları gergince kilitlenmiş, bakışları odağını kaybetmişti. Hastalıklı, hiç görmediğim şekildeydi. Oğuz onu sarstı. “Ne oluyor lan?”
“Mal.” Keskin’in ağzından kekeleyerek, kısıkça dökülmüştü bu kelime ve devamı. “Ma... mal lazım bana.”
Anlamam çok sürmedi. Mal diye bahsettiği uyuşturucuydu ve şu anda da uyuşturucu krizine girmişti. Gücü çekilmiş ama aynı zamanda her an yerinden fırlayacakmış gibi atakta görünüyordu. Gücü olsa kalkıp bir yerleri yumruklayacaktı sanki. Ağzı açıldı ama konuşamayarak inledi. Oğuz onun gömleğinin yakasını açtı. “Sıra senin ha, bilader...”
Öyle, sıra Keskin’indi.
Bir an, içimden ölecekse Berfin gibi ölmesini istedim.
Bu benim kötü yanımdı işte. O Berfin’i, şimdi muhtaç olduğu o haplarla, canice ölümüne sebep olduğu için böyle düşünmüştüm. Biliyorum, kötü bir düşünceydi ama biz insanların en derinlerinde hep kötü düşünceler, tehlikeli arzular yok muydu zaten? Vardı. Nefesimi tuttum ve Keskin’in elini kalbine götürüşünü izledim. Oğuz davrandı. “Ne oldu?”
“Kal... Kalbim sıkışıyor.”
Bunu anlayabilirdim, anlıyordum. O kadar karışık hissediyordum ki anlatamazdım. Ölmesini elbette istemezdim ama ölümü karşısında hissizdim. O kadar çok ölüm görmüştüm ki, artık şaşıramıyor, tepki veremiyordum. Keskin’in hareketleri bilinçsizleşti ve ağız dolusu kusmaya başladığında, yaptığım tek şey onu izlemeye devam etmek oldu. Oğuz gözlerini sertçe yumarak fısıldadı. “Üzgünüm, kimseye yapamadığımız gibi sana da yardım edemeyeceğiz. Kalbin iflas edecek olmalı.”
“Berfin’in...” gözleri kaymaya, bakışları odaksız kalmaya, nefesi kesilmeye devam etti. “Öyle olmasını... O şekilde olmasını isteme...”
Yerde sürünmeye başladı, kusuyor ve inliyordu. Yere vurmaya, gömleğini yırtmaya başladı. Durup öylece izledik, yapılacak tek şey buydu. Kendini, bilincini kaybetmişti. Uyuşturucu ihtiyacı onu bitiriyor, damarlarını adeta kurutuyordu. Gözleri geliyor, gidiyor, yüzündeki kaslar her an daha kuvvetle seğiriyordu. Çırpınıyor ama çaresiz bir çırpınış olduğunu biliyordu. Herkesi olduğu gibi onu da ölürken aklıma kazıdım. Yüzünün halini, çaresizliğini, çıldırışını, titremelerini, hissettiklerini...
Ve öldüğünde, açık kalan gözlerini.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...